Evrim Gökçe
Edebiyat okurunun
sevgili çocukları, anne babaları Yusuf Atılgan’ı anlamaya çalıştıkları, “Zebercet’i
ve C.’yi yolda görsem tanırım” diye düşündükleri için şanslılar.
Ve yalnızca bu yüzden değil
şansları, 43 yıl önce, Atılgan çocuklar için de öykü yazdı.
Jose Saramago’nun çocuklar için
yazdığını öğrendiğinizde duyduğunuz heyecanı, bizim buralardan Yusuf Atılgan’ın
da çocuklara yazdığını öğrendiğinizde duyar mısınız?
Hayat bilgisinden kırık notlar
alan, dünyayla pürüzlü ilişkiler kuran karakterlerin yaratıcısı, çocuklar için
ne yazmış olabilir ki heyecanınız, endişeli bir “hızlıca okumaya” mı gebedir?
Sıkıntılı başlangıçların, mutsuz
sonların, taşradan taşınan daralmaların kentli mutsuzlara tümlendiği
hikayelerin anlatıcısı Yusuf Atılgan, çocuklara mutlu mayıs böceklerini, her
şeyden asude “yakalamaçları” ve her gün mis kokulu şampuanlarla yıkanıp taranan
bir süs köpekciğini mi anlatır? Öyle görünmüyor…
Tekinsiz okuma: Ya kötü bir şey olursa?
“Ekmek Elden Süt Memeden” iki
öyküden oluşuyor. Birinde İzmir’den Manisa’nın köyü Hacırahmanlı’ya bir sabah
ziyaretine giden Korkut’un yaşadıklarını okuyoruz. Ilıman rengi yüzünden çoban
köpekliğine kabul edilmeyen Sarıbaş’ın, Korkut’la güneşi görünce açan lahana
tarlalarında yuvarlanarak geçirdikleri bir gün, yetişkinlerin bitmeyen
inkarlarına rağmen, bir çocukla bir köpeğin konuştuğu, oynaştığı bir dünyayı
anlatıyor. Habis ruhlu bir köpekle dövüşe giren Sarıbaş’ın yarasına “öpeyim de
geçsin” diyen Korkut, çocukluğun bir Yusuf Atılgan öyküsünden dahi ışıyan
yüzünü gösteriyor.
Korkut’un Sarıbaş’ı öperek
iyileştirmeyi umduğu anda, yazarın kentli kahramanı C.’nin gülünç bulmadığı tek
şey sevginin, bir çocuk öyküsünden sevimli ama her an kötü bir şey olacakmış
hissi de veren sırıtışıyla karşılaşıyoruz.
Atılgan’ın huyunu bildiğimizden,
endişeli, tekinsiz bir okuma yaşadığımız iddia edilebilir lakin demirden
korkanın trene binmediği çağların çocukları değil miyiz?
Kitabın ikinci öyküsü, Ankara’da
bir “ev oturmasında” anlatılan bir masalla yazılıyor. Alıklık edip erkenden
büyümemiş bir adamın, on beşinde emekleyen, yirmisinde düşe kalka yürüyen
Yusuf’un yaşadıkları da, Atılgan’ın kaleminden çıktığını belli etmekten geri
kalmıyor. Bir karacaya vurulan, ona yaklaşabilmek için Tanrı’ya “karaca olmak
için yalvaran”, çocukluğunda kaşını eşek arısı sokunca acıya dayanamayıp ölmek
isteyen, Tanrı’nın “daha çocukluktan kurtulamamış desene” diye karaca olma
isteğini reddettiği Yusuf, karacaya yaptıklarıyla “ben Yusuf Atılgan
karakteriyim işte” diyor.
İkiye bölünen çocukluk
Atılgan’ın çocuklara yazdığı bu
iki öyküden de, çocukluğu taşra ve kente bölünenlerin tanıyacağı bir fotoğraf
bakıyor okurlara. Az susamlı, kötü gevreklerin satıldığı otogarlar, Afyon’dan
alınan sucuğun koktuğu, öndeki yolcunun biner binmez koltuğu geri ittiği,
babanızın kucağında iyice sıkıştığınız otobüs yolculukları, köye gidince
bahçelere “avlu, hayat” diyen nineler, kente dönünce şeker ikram eden,
anlaşılmaz sohbetli yetişkinlerle dolu bir fotoğraf.
İhmal edilmişlere yazıda yer
açan, kendi deyimiyle “kötü edebiyatın yasak bölgesi” her şeyi yazdıklarının
içine koyan Atılgan çocuklara yazdığında, hayatı savuşturup, üzüntülü şeylerin
elinden tüyebilmek mümkün olabilir mi sorusuna yanıt verebildik mi bilmiyoruz.
Ama çocuklarımıza Atılgan’ı okutalım,
okutalım ki köy evlerinde bir yanı açık bahçelere “hayat” dendiğini bilsin,
ihmal edilmişlere yakınlık duysun, ihtimam göstersin deriz.
Biraz büyüdüğünde de kitaplıktan “ince
ince” bakan Aylak Adam’a “aa, bu yazar
yetişkinler için de yazmış, çocukken okumuştum” deyip, elini uzatışını yürek
hoplamasıyla izler, üzerine sohbet ederiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder