Portakal Çetin Öner Resimleyen: Mustafa Delioğlu Can yayınları, 2012 9 yaş ve üzeri |
Evrim Gökçe
Portekizliler’in içimize işlediği bu sulu, tatlı meyveyi yiyemeyen çocukları tanıyoruz. Aklımıza takılıyor; “şuncacık bebeler” tepeleri aşmaya yelteniyorsa, biz koskoca “abilerim, ablalarım” cephesinin de, sizce de civarda gözüne kestirmesi gereken dağlar olsa fena mı olur?
Şu günlerde çocuklarla ilgili tüm
anlatılarda şaşırmak için bir şeyler buluyoruz. Çok büyük bir cümle sarfeden
bir 3 yaş ya da derin ve muazzam bir tespitte bulunmuş bir 8 yaş çocuğu, biz
çok ışıltısı olamayan yetişkinlere şaşkın ama yine de ortalama değerlendirmeler
yaptırıyor.
“Zekadan keçileri kaçırdı”
önermesine yıllardır inatla tutunan bildik yetişkinler cephesinde, “bu çocukların bu bilmişliği hep folik
asitten” yahut “hep televizyondan” tespiti de yıllanacak gibi görünüyor.
Bu hafta tanıtacağımız
kitaplardan biri olan “Portakal”ın sütkardeş çocukları Aşir ve İzbat, ne
televizyonla büyümüşler ne de folik asitle besili güçlü kemiklerle doğmuşlar.
Ama zihinlerinin ışıltısı ve çocukluklarının büyüklüğü “Portakal”ı okunası bir
çocuk romanı haline getiriyor..
Berkut mu daha kederli İzbat mı?
“Portakal”ın düşündürdüklerinden diğeri; “acaba Aşir ve İzbat gibi çocuklar mı yoksa bir başka romanın kahramanları Berkut ve İremsu mu daha kederli” oluyor.
Evet hala portakalı hiç tadamamış çocuklar var, üstelik eskisinden de çok. Hala çok kardeşler ve tek göz odada yaşıyorlar. Hala, ağabeyleri, babaları katırların üzerinde dikenli tellerin ötesinden mazot taşırken devlete kurban gidiyor.
Bir tarafta ise çocukluğun parlak ışıklar, mekanik, soğuk sesler, sayısız tuşlar ve artık tuşsuz dokunmalarla sömürgeleştirildiği tuhaf ve sevimsiz bir dünya var.
İki çocukluk da, zaman zaman birbirinin dünyasına sızışları da barındırarak, kederli duruyor.
Beri yandan, onca yoksulluğa, portakalın tadını tanımamaya rağmen, sütkardeşlerin dünyası daha renkli görünüyor. Bu iki yoksul çocuk, turuncu rengi portakaldan değil, köylerinde açan bir dolu çiçekten biliyor.
Çocuklar tepeleri aşıyorsa, yetişkinlerin dağlara ilişkin planı nedir?
İzbat’ın dedesinin gecelerce anlattığı portakal hikayelerinden sonra, çocuk ömürlerinde hiç görmedikleri, tatmadıkları bu meyvenin peşine düşen sütkardeşler, tepeleri aşıyor.
Portakal kamyonlarının devrilmesini, yuvarlanan portakalları ceplerine tıkıştırmayı, çekirdeklerini bahçelere gömüp portakal ağacı tarlalarını düşleyen Aşir ve İzbat, eve götürdükleri portakalla İzbat’ın durmadan ağlayan küçük kardeşini de iyileştirmeyi umuyorlar.
Aşir ve İzbat’ın portakal uğruna tepeleri aşması, tatsız bir kelime oyunu gibi görünse de, hakkını vererek, romanın “tepe noktası” oluyor. Sonunun nasıl bittiğinden bağımsız…
Portekizliler’in içimize işlediği bu sulu, tatlı meyveyi yiyemeyen çocukları tanıyoruz.
Aklımıza takılıyor; “şuncacık bebeler” tepeleri aşmaya yelteniyorsa, biz koskoca “abilerim, ablalarım” cephesinin de, sizce de civarda gözüne kestirmesi gereken dağlar olsa fena mı olur?
Yanlış anlaşılmasın, bir çocuk kitapları tanıtımı sayfasından “başına bir hal gelirse canım, dağlara gel dağlara” çağrısında bulunmuyoruz.
Naçizane; “başımıza daha fazlası gelmesin, dağları tarumar edelim, çocuklara portakal ve diğer tatlı meyveleri sunmak görevimiz” diyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder