Çocuk Kitaplığı

Çocuk Kitaplığı

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Biber Gazına Gerek Yok, Zaten Duygusal Çocuklarız



Şeker Portakalı
Jose Mauro De Vasconcelos
Çeviren : Aydın Emeç
Can Yayınları
109. Basım, 2012
183 sayfa
Evrim Gökçe

Bugün Vasconcelos’un ölüm yıldönümü… Zeze’yi kendimiz sandığımız bir çocukluk ve tekrarlayan okumalarda kendimiz sanmaya devam ettiğimiz bir yetişkinliğin öznesi olan bizler, Kızılderili kanı taşıyan yazarı bir doğum gününde anmak ister, ancak o güne dek bekleyemezdik. Takvimin Vasconcelos çağrısı yaptığı bir gün, biz Zezeler’i kim, daha ne kadar durdurabilirdi?
Şeker Portakalı, Güneşi Uyandıralım ve Deli Fişek; Vasconcelos’un kendi çocukluğundan izler taşıyan yarı otobiyografik roman serisi, 5 yaşında, yoksul bir Brezilyalı ailenin çocuğu Zeze’nin hikayesiyle başlar. İlkokul yıllarını Zeze’yle beraber geçirir, evlatlık verildiği ailenin zoruyla okumaya başladığı tıp fakültesini, serserilere özgü coğrafyanın peşine takılıp yarım bıraktığı zamanlara geliriz.
Zeze; bu çok sarışın, çok sıska, çelimsiz, hayta, kelebek boyunbağlı şair giysisine özenen, bazen ayakkabı boyayan, babası çok yoksul olan, Noel günlerinde ayakkabısının içinde hiç armağan bulamayan, yeryüzünün en hüzünlü çocuklarından biri, yakamıza yapışır ve büyürüz.
Bazı soruların yanıtı…
Sevgili okurlar, bazen gazetede bir habere denk gelirsiniz ve gözleriniz sulanır mı?
Hiç tanımadığınız gencecik ölümlerin, ev ahalinizden biri yitip gitmiş gibi hissettirdiği olur mu?
Ya da bir etkinliğe katılırsınız, seveceğiniz kalabalıklar toplanmıştır, görmeyi sevdiğiniz renkte bayraklar dalgalanır, burnunuzun direği sızlar mı?
Peki sıskaca, kavruk bir çocuk, yüksek sesle ağlayasınızı getirir mi?
Sonra hızlıca heyecanlanıp, köprü altında atılan sloganlar sesinizin etkisini katladığı anlarda kalbiniz daha hızlı çarpar mı?
Bu soruların yanıtını biliyoruz sevgili okurlar. İşte bu yüzden, duygularınızın faili, meçhul olmaktan çıktı. İddiamız odur ki, küçük bir çocukken Vasconcelos okumuş olabilirsiniz.
Hep duygulu çocuklar olarak kalmak
Zeze, yeni taşındıkları evlerinin bahçesinde, kardeşleriyle ağaçları paylaşma işinde ilk başta çok da şanslı olmadığını düşünür. Çünkü sona kalan dona kalır hesabı, kendisine en cılız portakal fidanı düşer. Bir şeker portakalı fidanı, Zeze’nin büyük düşlerine küçük gelmiş gibi görünse de işler göründüğü gibi değildir. Çünkü bu fidan konuşmaktadır. Zeze gibi anlatacakları kadar soracakları da çok olan haylaz bir çocuk için, konuşan bir şeker portakalı fidanı, yarasa Luciano’dan sonra Zeze’nin değişik diyarlardan arkadaşlarına ekleniverir.
Noel’de, işsiz olan babası çocuklarına armağan alamadığında, “insanın yoksul babasının olması ne kötü şey” diye sesli düşünürken yakalanan Zeze, babasını üzdüğü için öyle içlenir ki günlerce durmadan gözleri dolar. Babası şöyle seslenir Zeze’ye; “ağlama yavrum, hep böyle duygulu bir çocuk olarak kalacaksın, pek çok ağlama fırsatı bulacaksın hayatta.”
Ağlamak fırsat mıdır bilmiyoruz ama, duygulu bir çocuk olmak başımıza gelen en belalı gibi gözükse de, en güzel şey değil midir?
Yoksulluk, 5 yaşındaki Zeze’nin boynunu eğdirmediği gibi, durmadan yeni sorular sordurur. Zeze, Noel’de iş olsun diye, yoksul doğan küçük İsa’nın zenginleri zahmete değer görüp “onlara çalıştığını”, İsa’nın papazın anlattığı kadar iyi biri olmadığını dillendirmekten çekinmez. Ailesindeki herkes iyi kalpliyken neden küçük İsa’nın onlara da yakınlık göstermediği Zeze için haklı bir sorudur.
Okumayı kendiliğinden söktüğü için yaşıtlarından önce okula başlayan Zeze, öğretmenine her gün komşularının bahçesinden koparıp götürdüğü çiçek için hırsızlıkla suçlanmayı kabul etmez, çiçeklerin birinin mülkiyetine girmesi mümkün değildir, tüm yeryüzü, topraklar gibi, çiçekler de Zeze’ye göre herkesindir.
Çok sevdiği ihtiyar Portuga, en yakın arkadaşlarından biri olduğunda, kendisine nazlanıp surat asan şeker portakalı fidanına şöyle der Zeze; “ İnsan yüreğinin, bütün sevdiklerini içine alabilmesi için çok büyük olması gerektiğini bilmelisin.”
Belki çocukluğunda şeker portakalı fidanının narin dallarına binip, uzaklara giden okurların dostluklarının arkasında, Zeze’nin bu söyledikleri yatar.
Haylazlıkları yüzünden vaftiz babam şeytan diyen Zeze, yakın dostu Portuga’yı bir tren kazasında kaybettiğinde, çocukluğun ölümle tanıştığı bir deneyime tanık oluruz. Günlerce hasta yatan, sıtmaya tutulmuş gibi titreyen, sayıklayan Zeze’nin hüznünü; taşınacakları için şeker portakalından ayrılmakta, küçük fidanın kesileceğine inanmakta sanan ailesi, O’nun gizli dostu Portuga’dan habersizdir.
“Kötüsün küçük İsa, uslu durdum, kavga etmedim, derslerime çalıştım, sövmedim, ”kıç” bile demedim… küçük portakal fidanımı kesecekler, kızmadım, yalnızca biraz ağladım, neden bana bunu yaptın küçük İsa?” diyen Zeze, belli ki bizim de sevdiklerimizin zamansız, haksız ölümüne “imtihan” demeyen, isyan bayrağını açan yetişkinler olmamızın sebebidir.
Devrik yakalar, dışarı çıkan gömlekler ve uyanan bir Güneş
Serinin ikinci kitabında Zeze 11 yaşına gelmiş, zengin bir ailenin yanına evlatlık verilmiştir. Piyano çalan ve hala “içine atan” bir çocuktur. Arkadaşları halen içeride bir yerlerdedir. Kalbinin içine girip onu yiyerek arkadaşı olan kurbağa, aktör Maurice, Zeze’nin yeni “iç arkadaşlarıdır.”
Zeze ihtiyar arkadaşı Portuga’yı, uzaktaki kardeşlerini halen unutmamış, “ne yaparsam yapayım hep gözlerim sulanıyor” diyen bir çocuktur. Ama yeni “iç arkadaşı” kurbağası, Zeze’yi, artık sabahları doğan güneşten ayrı da bir güneş olduğuna, içindeki kendi güneşini uyandırmanın vaktinin geldiğine inandırır.
Zeze, kendini buna hazır hissettiğinde, hüzünlerinin çaresine kendi başına bakabildiğinde kurbağası da, Maurice de kendi yollarına gider, Zeze’yi daha güçlü ve bademcikleri alındığı için boy atmış bir çocuk olarak ”kendisine” emanet ederler.
Boğazına kadar iliklediği okul üniformasının yakasını devirip, gömleğini dışarı çıkarışındaki inadı, papaz okulundaki öğretmenlerini bile ikna eder. Öyle ki bu bağnaz denebilecek öğretmenler, Zeze’nin yaptığını mantıklı bulmaya başlarlar. Hal ve gidişten kırık alan Zeze’nin yaka ve gömlek seçimi, sizce de okul yıllarımızın sabit başkaldırı dinamiklerinden olagelmemiş midir?
Onu durmadan hasta eden bademciklerini aldırınca hızlıca boyu da uzayan Zeze, serinin son kitabı “Delifişek”te artık bir delikanlıdır. Evlatlık verildiği ailenin isteğiyle tıp okumakta ama aslında dünyayı gezmek, kendi deyimiyle bir “serseri” olmak istemektedir. İkinci sınıfta bıraktığı okulunun ardından, kendisine dar gelen Natal sokaklarından çıkıp, dünyaya karışma niyetiyle babasından bir miktar borç para alır ve yollara koyulur.
Kim iddia edebilir ki, serinin sadık bir okuru, üçlemenin son kitabına ilk gençlik yıllarında çarptıysa, yol hayalleri kurmadığını?
Hangimizin ilk gençliği, dünyanın metropollerinde de yaşasak, şehrin üzerimize geldiği, niyeti bozup bisiklete atlayıp kısa pantolonlarla dünyayı gezmeyi umduğumuz yıllar değildir? Coğrafya dersinde yüzüne bakmadığımız atlasların yakın arkadaşları oluşumuz, serinin üçüncü kitabını okuyanlara daha erken bulaşmamış mıdır?
“Vasconcelos’un askerleriyiz, hepimiz Zeze’yiz”
Şeker Portakalı, Vasconcelos’un “20 yıl boyunca kalbimde taşıyıp 12 günde yazdım” dediği romanı. Hatırlarsınız, birkaç ay önce, 20 yıl boyunca kalbinde bir şey taşımayı bırakın, 20 dakika kalp taşımayan, 12 saniye de düşünmeyen kimseler tarafından “müstehcen” bulunup yasaklanmıştı. Fahri Zezeler olarak söyleyelim; “bu adamları geçiniz, 12 saniye ciddiye alınmaya değmezler.”
Oysa bir de bazı kitaplar vardır, içimizde değil 20 yıl, bir ömür boyu taşıyacağımız öyküler anlatır, bizi roman kahramanlarından damıtır, bir ömürlük insanlar haline getirir. Bazı roman kahramanları özdeşimi aşıp, biz sandığımız kimselerdir. Vasconcelos da, insanlığımıza rengini çalan, bir Zezeler ordusu yaratan kitapların yazarıdır. Bıyık altından soralım, Vasconcelos’un askerleriyiz demeyi, militarist bulan olacak mıdır?
Bir yazarın Montaigne için söylediğini biz de Vasconcelos’un kahramanı Zeze’ye uyarlayarak söyleyebiliriz; “Bir zamanlar böyle bir çocuğun yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını artırıyor”.
Bitirmeden hatırlatalım; Şeker Portakalı’nı yıllar sonra çocukluğun güzel günleri geride kalmışken, uykuya dalmasını umduğu çocuklarına değil de; işyerinde, metroda, otobüste kendisine okuyacak yetişkinlere söyleyelim: Alaya aldığınız süslü dramlara benzemeyen, Kızılderili bir annenin çocuğunun yazdığı bu roman, yetişkin halinizi limon gibi sıkabilir.
Saklanarak ağlayacağı bir tuvalet, boş bir telefon kulübesi arayanlara, gözüne toz kaçmış gibi yapacaklara naçizane önerimiz şudur; “koyverin gitsin, bir çocuk kitabına elbette ağlayacağız.”
Yahut, o hisli anlarda, aklınıza Haziran direnişinin duvarlara yazdığı “Biber gazına gerek yok, zaten duygusal çocuklarız” sloganını getirip, hızlıca “güneşi de uyandırabilirsiniz”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder